Çukurcuma yokuşundan aşağı iniyoruz. Mor salkımlar açmış, asmalar yeşillenmiş, etraf insanın içini ısıtıyor. Masumiyet Müzesi diye soruyoruz. “Orhan Pamuk’un yeri şu aşağısı, kırmızı ev” diyor.
Çukurcuma yokuşundan aşağı iniyoruz İpek ve Oral Çalışlar’la.
Mor salkımlar açmış, asmalar yeşillenmiş, etraf insanın içini ısıtıyor.
Masumiyet Müzesi diye sorunca, “Orhan Pamuk’un yeri şu aşağısı, kırmızı ev” diyor.
Müze de roman gibi Kemal’in o ilk cümlesiyle başlıyor:
“Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.”
Daracık ahşap merdivenlerden çıkarken Oral anlatıyor:
“Orhan, bir gün bizim Galata’daki eve gelmişti. ‘Bir ev arıyorum buralarda. Bir roman var kafamda. Hem romanı yazacağım, hem de müzesini yapacağım’ demişti. 1999 yılıydı sanıyorum.”
Romanı 2008’de çıktı.
Müzesi 2012’de açılmış oluyor.
Bilemiyorum ama herhalde bu bir ilk. Yazdığı romanın müzesini de yapan bir romancı...
Detaylar detaylar, kahredici bir kuyumcu titizliği...
Benim de kendi çocukluğum, ilk gençliğim bir film şeridi gibi ağır ağır gözümün önünden geçip gidiyor.
Sobalı evlerde çocukken yılbaşılarında oynadığımız belki de tek eğlencemiz olan tombalalar, tombala taşları...
“Birinci çinko, ikinci çinko!”
Sessiz çığlıklar, hatıraların dipsiz kuyusundan çıkıp geliyor.
Kâğıt helva, dondurmalı.
Yedi sekiz yaşlarındaydım. Trakya’dan, Alpullu Şeker Fabrikası’ndan arada bir annemle İstanbul’a tatile gelirdik.
Her seferinde banka müdürü dayım bizi arabasıyla Boğaz’a, Emirgan’a çınar altında çay içmeye götürürdü.
Ve sadece bana, Haso’ya içi bazen kaymaklı, bazen vişneli kocaman bir kâğıt helva alınca dünyalar benim olurdu.
“Mutluluk insanın sevdiği kişiye yakın olmasıdır yalnızca.”
Orhan Pamuk romanlarını mürekkepli dolmakalemle yazıyor. Tertemiz bir sayfaya, “1 Kasım 2002, MASUMİYET MÜZESİ” diye yazarak başlamış romanına...
El yazısıyla doldurduğu sayfalara bakarken romanın doğum sancıları da kendini ele veriyor. El yazmalarından Orhan Pamuk’un bütün ruh halleri de dışa vuruyor.
“Onu bana hatırlatan sokaklar.”
Nişantaşı’nı, Teşvikiye’yi sokaklarıyla gösteren planın önünde duruyorum. Hatıralar beni bir dipsiz kuyu gibi içine çekmeye başlıyor.
Yaşlanıyor muyum?..
Yoksa ben de artık, “Önümde geçmişimden başka bir şey kalmıyor” diyeceğim yaşlara mı geliyorum sorusunu bir anda şiddetle reddediyorum.
Şekayık Sokak...
Kuyulu Bostan Sokak...
Sezai Selek Sokak...
Vali Konağı Caddesi...
Köşede, Alaaddin’in yeri...
Tabii Konak Sineması...
Buraları benim de mekânlarım, her birinde başka başka anılarımın saklı olduğu bir hatıra coğrafyasının içine düşüyorum.
İçinde sulu rakısıyla klasik rakı kadehleri, tavşan kanı çayla dolu ince belli çay bardakları...
Tabii yanında mezeleriyle, sigara börekleri ve ince uzun zarif yaprak dolmalarıyla, çayın yanındaki tahta kurabiyeleriyle...
Hilton Oteli.
Sevgili halam Kamran Cemal çocukluğumda beni Hilton’un terasına akşamüzerleri çaya götürürdü, taşradan gelen Haso biraz görgülensin diye...
Çikletten çıkan renkli resimler.
Futbolcular, artistler...
Çoğu tanıdık simalar.
Tek tek toplamış.
Ben de toplardım çocukken.
Ooh, İnci Pastanesi.
Beyoğlu’na gidince, İstiklal Caddesi’ndeki İnci’de sıcak çikolata soslu profiterol yemeden olmazdı. Orayı da sevgili kuzenim Mehmet abimden öğrenmiştim. Tadı çocukluğumdan beri damağımdan gitmez.
Filit makinesi!
Eski evlerimizde sineği, sivriyi kovalamak için odalara akşam vakti sıktığımız filit...
Vita yağı kutusu... Çeşit çeşit kolonya şişeleri... Her şey o kadar tanıdık ki...
Ne tarafa başımı çevirsem, kendi geçmişimi, kişisel tarihimi anımsıyorum. Zaman tüneli dedikleri şey galiba... Nostaljik bir gezinti iyi geliyor.
En üst katta, yatağın başında Kemal’in son sözü:
“Herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım.”
Romanla müze bu cümleyle bitiyor.
Akşam Cezayir’de romandan ve müzeden çıkma yemeklerle, mezelerle buzlu rakılarımızı yudumlarken (en sonunda dondurmalı kâğıt helvası da vardı) Alman televizyonlarına belgesel çeken meslektaşım Osman Okkan kulağıma eğiliyor:
“Bu müze de Orhan Pamuk’un İstanbul’a hediyesi...”
Hem de kaçıncı hediyesi.
İnşallah kıymeti bilinir.
İyi ki varsın Orhan Pamuk.