Bretton Woods sisteminin etkin olduğu dönemden bu yana ABD dolarının rezerv para özelliğine sahip olması, küresel ölçekte ülkelerin makroekonomi politikaları üzerinde radikal dönüşümlere neden oldu. Doların anavatanı olan ABD için Amerikan Merkez Bankası’nda (FED) dolar biriktirmek basit bir para basma işleminden ibaretken, dünyanın geri kalanı için bundan çok daha fazla efor sarf etmek anlamına geliyordu. Zira ABD dışındaki tüm ülkeler merkez bankalarında altın yanında altına alternatif olarak dolar biriktirerek uluslararası ekonomik faaliyetlerini gerçekleştirebiliyorlardı. Her ne kadar 1973 Petrol Krizi’nden hemen önce 1971 yılında ABD dolar-altın standardından çıktığını açıklasa da tüm dünya doları çoktan rezerv para olarak kabul etmiş ve uluslararası işlemlerde dolar adeta “dünya ortak parası” olarak kullanılmaya başlanmıştı. 1999 yılında tedavüle çıkan euro dışında günümüzde Japon yeni, İsviçre frangı, İngiliz sterlini gibi paralar da rezerv para olarak kabul ediliyor. Bu para birimleri de kendi ülkelerine tıpkı dolar gibi önemli bir ayrıcalık sağlıyor.
Gelişmekte olan ülkeler ise bu durumdan olumsuz etkilenmeye devam ediyor. Ulusal para birimleri rezerv para olmayan ülkeler, hangi ülkeyle ticaret yaparlarsa yapsınlar ulusal para birimleri üzerinden değil, dolar/euro gibi güçlü bir rezerv para üzerinden işlem yapıyorlar. Uluslararası ticaretlerde gelişmekte olan ülkeler bir yandan ithalat için bu para birimlerini merkez bankalarında bulundurmak zorunda kalırken, ihracat için de hedef ülkeye satılacak ürünlerin dolar/euro cinsinden fiyatlanması dolayısıyla ortaya çıkan kur farkları önemli kayıplara yol açabiliyor. Bunun en önemli nedeni kuşkusuz gelişmekte olan ülkelerde yerel para birimlerinin istikrarsız olması dolayısıyla küresel ölçekte rezerv para birimi olarak kabul edilmemeleridir. Elbette bunda ekonomik olduğu kadar siyasi nedenler de aramak mümkündür.
Böylesi bir küresel ekonomik sistem içinde, ulusal parası rezerv para olmayan ülkeler açısından ekonomik büyüme ve kalkınma için en temel faktörlerden birisi uluslararası ticaret işlemleri üzerinden ödemeler dengesi açıklarının kapatılması, hatta fazla vererek sermaye birikiminin sağlanmasıdır. Daha yüksek sermaye birikimi, daha fazla yatırım ve istihdam imkanının ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Daha fazla yatırım, istihdam ve üretim de ekonomik kalkınma demektir.
Ezcümle, dış ticarete önem vererek ihracatın artırılıp ithalatta seçici davranılması ve sermaye birikiminin sağlanması gelişmekte olan ülkeler için temel kalkınma dinamiği olarak kabul edilebilir. Türkiye açısından da durum farklı değil. 2022 yılı itibarıyla ihracat %12,9 artarak 254 milyar 210 milyon dolara yükselirken, ithalat %34.3 artarak 364 milyar 395 milyon dolara çıktı. Dış ticaret açığının 110.2 milyara ulaştığı da elde edilen diğer veriler arasında yer alıyor. Türkiye, mutlak enerji ithalatçısı durumunda olan bir ülke. Bir yandan enerji fiyatları yükselirken diğer yandan son yıllarda TL, dolar ve euro karşısında değer kaybettiğinden, ithalat verilerinde keskin yükselişler kaydediliyor. Ukrayna Savaşı’nda Rusya’ya karşı AB ve ABD tarafından başlatılan ambargoların rövanşı olarak Rusya’nın “enerji bombası”nı patlatması, başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada ciddi bir enerji krizine yol açarken küresel ölçekte enerji fiyatlarının yükselmesini tetikledi. Ekonomisini büyütmeye çalışan Türkiye için artan enerji ihtiyacı, artan maliyetlerle girdi maliyetlerinin de artması demekti. Üretim maliyetlerinin artmasına enerji yanında diğer ara mal ve hammadde girdi maliyetlerinin artması da eşlik etti. Bilhassa pandemi döneminde kırılan küresel tedarik zinciri, önceki yıllarda ucuz ve bolca bulunan ve çoğu Çin’den tedarik edilen ara mal ve hammaddenin çok daha kıt ve yüksek maliyetlerle bulunmasına yol açtı. Bu da üretim maliyetlerinin hızla artmasına, küresel ticarette fiyat üzerinden rekabetin giderek daha fazla güçleşmesine yol açtı.
2022 yılı itibarıyla Türkiye, 162 ülkeye ihracat yapıyor. En yoğun ihracatımızın olduğu ülkeler Almanya, Rusya, Irak ve ABD. Ancak pandemi dönemi ile başlayan küresel resesyon, Ukrayna krizi ile birlikte çok daha sıkıntılı düzeylere geldi. AB ülkeleri arasında en önemli ticari partnerimiz olan Almanya’nın Ukrayna Savaşı dolayısıyla yaşadığı enerji krizi, ülkenin tüm üretim kanallarını olumsuz etkilerken, otomotiv sektöründe Tesla gibi, kullanıcısına yüksek teknolojili kullanım keyfi sunan modelleri piyasaya sürememesi ve çevre dostu elektrikli otomobil üretim yarışını Çin’e büyük ölçüde kaptırması, ülkenin giderek daha büyük bir resesyon riski ile karşı karşıya kalmasına yol açtı. En önemli ticari partnerimizin içinden geçmekte olduğu bu ekonomik darboğaz dolayısıyla Türkiye’nin bu ülkeye yönelik ihracatının da olumsuz etkileneceğini tahmin etmek güç olmayacaktır. Diğer önemli ticari partnerlerimizden olan Irak’ın içinden geçmekte olduğu siyasi çalkantılı süreç, bu ülke ile olan dış ticaretimizin istikrarlı bir trend izlemesini olumsuz yönde etkiliyor. İsrail-Filistin gerginliği de Orta Doğu’da zaten var olan gerilimin yeniden tırmanmasına, Türkiye’nin başta İsrail ve Filistin olmak üzere, diğer bölge ülkeleri ile yaptığı ticari faaliyetlerin olumsuz etkilenmesine yol açabilir.
Tüm bu karamsar küresel ekonomik ve siyasi duruma rağmen, Türkiye için uluslararası ticarette önemli açılımlar da ortaya konabilir. “Her tehdit bir fırsat barındırır” sözü tam da böyle durumlar için söylenmiş bir sözdür. Öncelikle Türkiye, son 10 yılda savunma sanayiinde çok önemli ilerlemeler kaydetti. Bu başarının altını çizmek gerekir. İnsansız hava araçlarımızın başarısı nedeniyle birçok ülkeden bu araçlara yönelik taleplerin artması, önceki yıllarda mutlak savunma sanayii ithalatçısı olan Türkiye’nin ihracatçı konumuna gelmesine sebep olmuştur. Bu durum, hem kıt döviz birikimlerimizin savunma gereçleri ithalatı için kaybedilmesini önemli ölçüde azaltırken, ihracat yaparak daha fazla sermaye temerküzünü sağlamaktadır. Savunma sanayiinde tank, silah başta olmak üzere, giderek daha yüksek teknoloji gerektiren ürünlerin üretilmesi, bu ekipmanlara yönelik ithalatı azaltırken, ihracatın artmasına yol açacaktır. Tüm ülkeler açısından güvenliğin giderek daha önemli olduğu bu dönemde, Türkiye’nin savunma sanayii üzerinden ihracat geliri elde etmesi için oldukça iyi bir ortam söz konusudur.
Yukarıda da üzerinde durduğumuz gibi ülkemiz mutlak enerji ithalatçısı durumundadır. Üstelik ekonomimiz ve nüfusumuz büyüdükçe daha fazla enerjiye ihtiyaç duyuyoruz. Bu noktada enerji bağımlılığını azaltıcı tedbirler almak en akılcı yöntem olacaktır. Her şeyden önce sürdürülebilir enerji arz güvenliği noktasında sadece tek bir ülkeden değil, görece farklı fiyatlamalar olsa da farklı ülkelerden enerji tedariğinin sağlanmasında fayda vardır. Almanya’nın ucuz Rus gazına çok yüksek oranda bağımlı olması, beklenmedik anda patlayan savaş nedeniyle aniden büyük bir enerji darboğazına girmesine yol açmıştır. 2022 yılında daha az enerji tüketimini sağlamak için vatandaşlarını devlet finansmanı ile başka ülkelere kış tatiline göndermeye varan tedbirler almak zorunda kalan Almanya, 2023 yılında da Rusya’dan aldığı fiyatın çok üzerinde maliyetle enerji ithalatını farklı kaynaklardan sağlamaya çalışmış, bu da üretim maliyetlerinde yönetilemez artışların yaşanmasına yol açmıştır. Bu nedenle ülkemiz açısından sürdürülebilir enerji tedariğinin kesinlikle güvence altına alınmasında fayda vardır. Öte yandan, kendi öz kaynaklarımızdan enerji üretimine de ağırlık vermek gerekir. Fransa’nın Rus gazının kesilmesi sonrasında önemli bir enerji krizi yaşamamasının en önemli nedeni, yüzlerce nükleer santralini aktif olarak kullanıyor olmasıdır. Bu nedenle, nükleer enerji, güneş, rüzgar, HES, biyoyakıt gibi alternatif enerji üretim kaynaklarını en etkin şekilde kullanarak dışarıya enerji bağımlılığımızın azaltılması en az ihracatımızın artırılması kadar önemlidir. Enerji ithalatımızın olabildiğince azaltılması, ödemeler dengesi açığının önemli ölçüde azalmasına yol açacaktır.
Türkiye’nin 1996 yılında girdiği Gümrük Birliği sonrasında AB ile olan uluslararası ticari faaliyetleri hızla artmıştır. Gümrük Birliği uyarınca, AB ülkeleri en önemli ticari partnerimiz durumundadır. Son yıllarda Türkiye, sadece AB ülkeleri ile değil, dünyanın farklı coğrafyalarındaki tüm ülkelerle ticari ilişkilerimizi geliştirmek için çaba sarf ediyor. Oldukça isabetli olan bu adım sayesinde, Türkiye ile bu ülkeler arası hem siyasi hem de ekonomik ilişkiler güçleniyor.
Uzun zamandan beri doların küresel emperyalizmine ve ABD’nin kendi yönettiği küresel finansal sistemi dünyanın geri kalanı üzerinde baskı unsuru olarak kullanmasına karşı politikalar üretmeye çalışan ülkeler, başta BRICS ülkeleri olmak üzere alternatif ticari ve siyasi oluşumların ortaya çıkmasına vesile oluyorlar. Brezilya, Rusya, Çin, Hindistan ve Güney Afrika ülkelerinden oluşan BRICS ülkeleri, küresel ticarette dolar/euro üzerinden yapılan işlemlerin bu paralara sahip olmayan ülkeler için ortaya koyduğu olumsuzluklardan korunmak amacıyla çeşitli politikalar geliştirmeye çalışıyorlar. Geçtiğimiz günlerde BRICS ülkeleri, Mısır, Suudi Arabistan ve Arjantin gibi gelişmekte olan ülkeleri gruba dahil ettiklerini açıkladılar. Hemen ardından da BRICS para birimin ülkeler arası ticarette kullanımı tartışılmaya başlandı. Benzer şekilde Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’dan oluşan Şanghay Beşlisi olarak tanımlanan gruba, Özbekistan’ın dahil olmasıyla 6 ülkeden oluşan İşbirliği Örgütü ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da katıldığı Şanghay İşbirliği Örgütü’nün 22. Devlet Başkanları Zirvesi’nde “Güvenlikten ekonomiye, enerjiden ulaşıma, tarımdan turizme her alanda iş birliğine hazırız” ifadelerini kullanması, bu ülkelerle güçlü bir dış ticaret ilişkisi kurabileceğimiz sinyallerini vermektedir.
Afrika kıtası da Türkiye açısından önemli imkanlar sunmaktadır. Uzun yıllardır kültürel ve sosyal bağlarımızın olduğu Afrika ülkeleri ile özellikle sömürgeci ülkelere karşı bağımsız politikalar geliştirmeye çalıştıkları bu dönemde çok daha güçlü ticari ilişkiler kurmak mümkündür.
Kesin olan bir durum varsa, bunca felaket, savaş ve ekonomik sorundan sonra dünyanın asla eskisi gibi olmayacağıdır… AB, Çin, Rusya, ABD ve dünyanın geri kalan tüm ülkeleri için ekonomik ve ticari ilişkiler konusunda yeni politikaların, birliklerin, eko-politik ilişkilerin yeniden kurgulandığı bir dönemi yaşıyoruz. Tüm dünyada ekonomik ve siyasi kartlar yeniden dağıtılıyor. Yani cin artık şişeden çıktı ve tekrar girmesi de mümkün görünmüyor. O halde, akılcı politikalarla doğru fırsatları yakalamak da elimizde. Türkiye’nin savunma sanayi yanında lokomotif sektörleri olan otomotiv ve inşaat sektörleri başta olmak üzere, tarım, sağlık ve ilaç endüstrisi gibi alanlarda Türkiye çok daha büyük ihracat performansı ortaya koyabilecek kapasitede bir ülkedir. Katma değeri yüksek teknoloji ürünleri üretme konusunda Ar-Ge çalışmaları yapmak için çok güçlü bir beşeri sermayemiz de var. Hızla bu alanlara ağırlık vermekte çok büyük fayda var. Teknolojinin tarım ve endüstri alanlarında üretime dahil edilmesi, bol ve kaliteli üretimin artmasına da katkı sağlayacaktır. Pandemi ve Ukrayna Savaşı dönemlerinde, enerji arz güvenliği kadar gıda güvenliğinin de ne derece önemli olduğunu yaşayarak müşahade ettik. Bu alanlara yapılacak her yatırım, çok yüksek katma değer sağlayacaktır.
Özetle Türkiye, sadece kendi bölgesinde ve AB ile Gümrük Birliği çerçevesinde dış ticaret yapmak yerine güçlü beşeri sermayesi ve teknolojik yatırımları ile tüm dünyada ayak izleri olması gereken bir dönem içindedir. Bu fırsatı iyi değerlendirmek başta devlet büyüklerimizin, sonra da bilim insanlarımız ve değerli iş insanlarımızın elindedir.